"Ney çalarken komedyen oldum. Kapı kapı dolaşıp sabun sattım. İki kere araba kazası yaptım, ikisinde de de kullanmıyordum. Tiyatro seçmeleri için uyuşturucu bağımlısı bir genci oynuyordum annem gerçek sanıp kendini yerlere attı. John Travolta gibi giyinip kız etkilemey çalışmışlığım bile vardır. Bu hayatı çok seviyorum ve hâlâ yapacak o kadar çok şeyim var ki..."
Bazı insanlar vardır, yaydığı enerjiyle bulunduğu yeri doldurur, aydınlatır. Konuştuğu zaman sizi etkisi altına alır ve yükseltir. Okan Çabalar o özel insanlardan biri. Komik olmanın dışında o kadar sıcak ki birkaç dakika içinde yeni tanışmış olduğunuzu unutturuyor size. Düşünün, hiç tanımadığınız biriyle çekim için dans etmeniz gerekiyor. Onu tanımadan önce acaba zorlanır mıyız diye düşünürken, hayatımın en eğlenceli danslarından birinin içinde buldum kendimi. Ekrandan ona çok güldüğünüze ve son yılların en yetenekli komedyenlerinden biri olduğunu düşündüğünüze eminim. Çünkü o, bu dünyaya yeteneğiyle birlikte gönderilmiş bir adam...
Çekimde epeyce dans ettik. Dansla aran nasıl?
Dansla aram çocukluğumdan beri çok iyi çünkü ben sinemayla büyümüş bir adamım, babamdan bulaşmış bir hastalık bu. Hikayem şöyle başladı; TRT 1’de Carmen müzikalini seyrettim, anaokuluna gidiyordum o zaman, okula gidip merdivenlerde o dansı yaptığımı hatırlıyorum. Bir de okulda yankı yapar ya, o ayaklarınla şakada şakada şakada!
Ayakkabıdan çıkan ses değil mi?
Evet. Yankılanıyor diye onu taklit ediyordum. İspanyol dansı işte... Hatta o zamanki öğretmenim “Bunu yıl sonu müsamerelerine çıkaralım” dedi. Çok klasik bir hikaye oldu ama gerçekten öyle. Hani yeteneğim çok küçük yaşlarda fark edildi diye hava yapıyorum sanmasın okuyucular. Dansa ikinci vurulmam, Michael Jackson’ı gördüğüm ilk andır. O da Kastamonu’da oldu. Yine televizyon karşısında oturuyorum ve yine TRT 1. Sanırım Sezen Cumhur Önal sunuyordu programı. “Çikolata renkli sanatçı, Smooth Criminal” dedi, bir seyrettim, böyle ekranın karşısında kaldım. “Anne bir şey çıktı!” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Sonra onun danslarını taklit etmeye başladım. Bir de Grease manyaklığım vardı.
O nasıl girdi hayatına?
Babamdan bulaştı. Babam büyük hastasıydı. Üniversite yıllarında fena şekilde Grease’e sardım. Hatta deri mont giyip saçlarımı da John Travolta gibi yaparak, onun sallanan yürüyüşüyle okula gidiyordum. Bir kıza âşıktım, onu öyle etkilemeye çalışıyordum. Böyle saçmaladığım oldu.
Etkilendi mi peki?
Tabii ki hayır. Kız da sarışındı, hani dedim bir Sandy-Danny olayı olur ama... Olmadı!
Hiperaktif bir insansın galiba...
Evet, çok hiperaktifim. Biraz dikkat bozukluğum da var.
O enerjiyle nasıl başa çıkıyorsun?
Bana bir yandan sorun yaratırken, diğer yandan avantaj sağlıyor aslında. Derste yerinde duramayan, klasik çocuktum ben ama sahnede çok işime yaradı. Gerçekten işime tek yaradığı yer sahnedir. Mesela televizyon programı 5’er Beşer’i yaparken sahneden dört saat inmediğimi bilirim. Ama günlük yaşantımda başıma çok bela açabiliyor.
İstanbul’a okulu bitirince mi geldin?
Hayır. Satış yönetimi mezunuyum. İki yıllık okul kazandım ama dört yılda bitirdim. Babam çok istedi dört yıllığa geçiş yapmamı, olmadı ama ben dört yıla uzattım! Okul zaten hiç benlik bir şey olmadı. Mezun olduktan sonra şirketlerde çalıştım. İzmir’deyim bu arada, elimde çanta satış yapıyorum. Çok garip iş görüşmelerim oluyordu. Soruyorlar işte, iş deneyimin var mı? Yok. Peki yabancı diliniz? Yok. Bilgisayar bilgisi? Yok. Ne güzel, tertemiz bir gençsiniz, pırıl pırıl! Ya ben zaten işe alsınlar istemiyorum ki. Biliyorum başıma geleceği, nefret ediyordum o sistemden. Zaten olmadı. O kıyafetler de üstüme olmadı. Veriyorlardı elime bir çanta, gidiyordum işte. Anketörlük yaptım. Şu anda hatırlamadığım birçok iş de yaptım o dönemde. Tabii sürekli atılıyordum.
Peki sahne nasıl girdi hayatına?
Kemeraltı’nda Kızlarağası Hanı’nda bir ney hocam vardı. Ben ney üflüyorum bu arada. Beş yıl boyunca onun yanına kaçtım şirketlerde çalışmamak için. Dükkanda takılıyorduk. Benim komedi atölyem orasıydı. Geleni gideni güldürüyordum orada. Acaba insanları güldürebiliyor muyum diye deniyordum kendimi. Sonra oradaki ney hocam Ergun Karabulut bana, bu işi yap dedi.
Hayatımda ilk defa duyuyorum ney üflerken komedi deneyenini.
Aslında sufiler öyle çok ağır tipler değiller. Sokak adamı oldukları için genellikle sokak jargonunu da çok iyi biliyorlar ve çok fırlama adamlar oluyorlar. Çok beslendim onlardan; müzisyenlerden, oraya gelen oyunculardan. Sohbet edebilme ve feyz alabilme imkanı buldum orada. Sonra “Işıl Kasapoğlu bir çocuk oyunu yapıyormuş” dediler. Seçmelere girdim ve benden bir masal anlatmamı istediler.
Tam klasik keşfediliş hikayesi mi geliyor?
“Masal anlatamam, size bir hikaye anlatayım” dedim. Tiyatroyla uğraşırken başıma gelmiş bir hikayemi anlattım. Ali Poyrazoğlu seçmelere gelmişti bir gün ve ikişer kişilik gruplar olmamızı istedi. Arkadaşım da “Uyuşturucu bağımlısı gençleri oynayalım” dedi. Akşam getirdi şırıngaları, öyle yalandan çalışıyoruz. Gece 12’de annem aradı, “Allah belanı vermesin senin evladım” dedi ve kapattı. Ne olduğunu anlamadım, bu sefer ben aradım. “Çabuk eve gel, çok kötüyüm ben” dedi. Cebimde para yok, gidemeyeceğimi söyledim. “Uyuşturucuya nasıl para buluyorsan öyle bul, gel” dedi. Eve gittim, kapı açıldı, babam gözüme bakıyor, annem yerde yatıyor. Babam “Bu kadına bir şey olsun, seni mahvederim çocuk!” dedi. Meğer seçmelerle ilgili çalışmayı gerçek sanmışlar. Ben de çocuk oyununda bu hikayeyi anlattım.
Röportajın tamamı ve çok faha fazlası GQ Türkiye Mart sayısında ve GQ Türkiye iPhone/iPad edisyonunda...