İlk kez önceden tanıdığım, iyi kötü sohbetimin olduğu biriyle röportaj yapacak olmam önce beni rahatlattıysa da sonradan o işin öyle olmadığını anladım. Ses kayıt cihazını açtığımın üçüncü dakikasında sırtımdaki ağrıyı, fibromiyalji adında çok havalı bir hastalığa yakalandığımı filan anlatırken buldum kendimi. Sarp’ın “Peki bize biraz Hasan’ı anlatır mısın?” sorusuyla bu işte bir terslik olduğunu fark ettim.
Ben Sarp Apak’ı Avrupa Yakası’nın Tanrıverdi’si olarak tanıyanlardanım. Sonrasında başka diziler, reklam ve sinema filmleriyle iyice belleğimize yerleşti. Birçoğunuz için de durum farksızdır sanırım. O hiçbir zaman büyümek istemese de onun adına üzülerek söylüyorum ki Sarp Apak büyümüş. Sevinerek söylüyorum ki her anlamda büyümüş ve buna oyunculuk da dahil.
Röportajdan bir gece önce 22.00 seansına gidip izledim Özge Özpirinçci’yle başrolü paylaştıkları son filmi Karışık Kaset’i. Uygar Şirin’in aynı isimli romanından uyarlanmıştı senaryo. Kötü olansa daha önce kitabı okumuş olmamdı. Kötü olan diyorum çünkü her zaman çok önyargılıyımdır uyarlama filmlere. Hep kitapları daha çok sevmişimdir. Bu gerginliğin üstüne bir de üç saat uykuyla duruyordum ve görev bilincimle uyuyakalma arasında bir tercih yapmaktan çok korkuyordum. Ama bir anda dolu gözlerle beyazperdeye dalmış, gülümserken buldum kendimi. Film çok sıcak, samimi ve naif. Aslanlar gibi komedi oynayan bu adamın kedi gibi uysal bir âşığı oynaması büyük keyif verdi bana. Haddimi aşıp adeta bir film otoritesiymişçesine “Sen olmuşsun!” diye mesaj attım film biter bitmez. Mesajı gönderdiğim an içimde yankılanan “Sen kimsin ki ulan?” sorusuyla o mesajı attığıma çoktan pişman olmuştum ama heyhat! Giden gitti bir kere...
İyi niyetle enayilik arasında ince bir çizgi var
Sarp Apak için dünyanın en zor sorusu “Nerelisin?” olsa gerek. Çünkü mevzu o kadar karışık ki. Anne-baba Adana-Antakya, kendisi ebeveyn memuriyetinden Diyarbakır doğumlu. Beş yaşında Bursa’ya gelmiş. Hatırı sayılır bir Bursa hayatından sonra üniversite için gidilen İzmir ve nihayetinde İstanbul. “Nerelisin sorusunu 3.5 dakikada cevaplamıyorsun ama böyle değil mi?” diye soruyorum, “Yok yaa, Adana diyorum” diyor. Bir anda gözümün önüne Adanalı genel yayın yönetmenim Okan Can Yantır’ın o zafer dolu gülümsemesi geliyor, “Ama istediğim herkesle hemşeri çıkabiliyorum” diye ekleyip patlatıyor kahkahayı Sarp.
Adam muazzam eğlenceli. Gerçekten festival gibi katılmak istiyorsun; bu adamla takılalım, eğlenelim, gülelim, âlemlere akalım, en önemlisi de muhabbet edelim diyorsun içinden çünkü tam bir muhabbet ehli. Ama ne gariptir ki, bu eğlenceli adam, bazı anlar çok hüzünlü bakabiliyor. Bir de bir coğrafya kestiremiyorsunuz tipine bakınca. Hiç tanımasam, beni Diyarbakırlı olduğuna da inandırır; İzmirli, Trabzonlu ya da Adanalı olduğuna da... Bu bir oyuncu için nimet gibi nimet. Bu sayede Diyarbakır dışında hiçbir yer görmemiş saf kalpli Reşat’ı oynarken, diğer yandan tam bir İzmir fırlaması Güven olabiliyor. Renksiz ve kokusuz, bir manken gibi. Hangi rengi verip hangi kokuyu sıkarsan o oluyor.
“Hiç içine sinmeyen bir rolün oldu mu? Gerçi söylemezsin de...” diyorum. O kadar kararlı bir sesle “Var” diyor. “Aha” diyorum, “Hangisi olduğunu da söyleyecek.” Cevap geliyor: “Aşk Geliyorum Demez filminde konuk oyuncuydum, bir gay rolü oynamıştım. Kendimi izleyince hiç beğenmedim. Bugün bir eşcinseli çok daha iyi canlandırabilirim. O filmdeki herkes benim canım ciğerim, arkadaşım, ustam; burada mevzu bahis benim başarısızlığım neden söylemeyeyim?”
Şalvar pantolonu, spor ayakkabıları, başında beresiyle gayet mütevazı bir halde geldi çekime. Aracını evde bırakıp metroya binerek de tevazu yolculuğunu tamamlamış. Hiç öyle, aman beni tanıyorlar, aman bana bakıyorlar gibi gereksiz şöhret tavırları yok. “Bunun için geldim ben İzmir’den” diyor, “Herkesin tanıdığı ve sevdiği bir oyuncu olma hayaliyle gelip sevgiden mi yakınayım şimdi?”
Ama dertli olduğu bir konu var. Çok kabalaştığımızı ve küstahlaştığımızı düşünüyor. Bunun son dönemlerde topluma zerk edilen “winner” kavramından ileri geldiğini düşünüyor. Herkes kazanan, hiç kaybeden yok; bu da yanında hadsizliği getiriyor. Kibarca fotoğraf çektirmek isteyenleri nerdeyse evine filan davet edesi geliyormuş Apak’ın, çünkü artık kibarlığın çok nadir görülen bir davranış biçimi olduğunu düşünüyor.
Ev arkadaşının hediyesi “kardo”
Gece ne zaman yatağına yatsa, gün içindeki en ufak olumlu ya da olumsuz olayı düşünmeden uykuya dalamıyor. O gün kendisine terbiyesizlik yapan birine gereken cevabı vermediğinde de içi içini kemiriyor, birinin kalbini haksız yere kırdığında da. “İyi niyetle enayilik arasında ince bir çizgi var ve ben o enayiliğin huzursuzluğunu, bana batmasını yaşamak istemiyorum artık” diyor. O “artık” kelimesinden zamanında çok kalbinin kırıldığını, çok kazık yediğini anlamak güç değil. Kanaatimce bu kalp kırıklıkları çok doğal. Neden derseniz şöyle açıklamak mümkün: Dünyada iki tip insan tutumu vardır. Yeni biri hayatına girdiğinde 100 tam notla değerlendirenler ve 0’dan başlatanlar. Her yeni insanı 0’dan notlamaya başlayanlar kendilerini her şeyin en kötüsüne hazırlar. Karşıdan gelen her olumlu davranış, beklenti en kötü olduğu için mutlu eder ve böyle böyle puanı artmaya başlar karşıdaki insanın. Her yeni insana direkt 100 verenleriyse karşı tarafın hataları, yanlışları beklemektedir. Mükemmel bir hayaldir ve ne yazık ki böyle şeyler sadece romanlarda olur. Sarp Apak, 100 veriyor her yeni insana. Haliyle sonrasında hayal kırıklığının bini bir para... imiş... Yani eskiden. Artık o kadar da bol keseden dağıtmıyor kanaat notlarını. Bile bile lades demiyor insanlara.
Sarp Apak’ı öldürmek istiyorsanız üç gün yalnız ya da eğlencesiz bırakmanız yeterli. Eğlence dediysem sadece bar bar gezmek, kulüplerde boy göstermek değil kastım. Onun için sevdiği arkadaşlarıyla halı saha maçı yapmak da büyük bir eğlence, evde kankalarıyla PlayStation oynamak da... Ev arkadaşı Kağan Razgırat çocukluğundan beri onunla. “Ben evlenene kadar da beraber yaşarız herhalde” diyor Sarp Apak.
Kağan Razgırat, yakında sözlüğümüze bile gireceğini düşündüğüm “kardo” kelimesinin mucidi. Sarp’ın Yalan Dünya dizisinde canlandırdığı Emir Danışman karakteriyle girmişti bu laf hayatımıza hatırlayacağınız gibi. Razgırat, “kardeşim” hitabının içinin çok boşaltılmasından, herkesin birbirine kardeşim diye hitap etmesinden rahatsız olup, biraz da İngilizcedeki brother-bro ilişkisinden yola çıkarak bulmuş “kardo”yu. Aynı zamanda kardiyoloji kelimesine göndermeyle kalpten bir dostluk da vurgulanıyor. Yani kelimenin içi boş değil, gördüğünüz gibi filolojik analizi filan var.
Röportajın tamamı ve çok daha fazlası GQ Türkiye Ocak sayısında be GQ Türkiye Dijital edisyonunda...